Kategori: Vakit Gazetesi

  • Yoksul Çocuklar

                    Sabahı severiz, çünkü gündüzün mebdeidir. Goncaları severiz, çünkü güllerin bebekleridir. Senenin yavruluk devri olduğuçün bahar hoşumuza gider. Kaderin yoksul yarattığı şu çocuğu sevmeyecek miyiz, ki insanlığın baharı, goncası ve sahibidir.?

                    Bence insan her muhabbete belki yüreğini kapayabilir, fakat içinde pembe parmağını emerek, bir çocuk uyuyan altın yahut tahta beşiği eser insansanız, helecansız temaşa edemezsiniz. Orada yatan küçük mahluk sevildiğini bilmez; ayakta duracak hâli yoktur, söz nâmına saçmalar ve hareket nâmına sallanır ve sendeler; mamafih zayıf ve sefaleti üstünde gülen bir yüzü vardır. Çünkü o… Çünkü mest-i masumiyettir.!

                    Masumiyeti sevmeyen yürek insan yüreği olamaz. Hem de düşününüz ki ince parmağını emerek uyuyan yavru doymak için meme rüyası görüyor ve emdiği kuru parmak soğuktan kızarmıştır; beşiğinin etrafında ecelin kötü hayali dolaşıyor, çünkü ölüm de kurt gibi körpe eti çok sever.. ipek, şekerleme, nevâziş ve buse onun hakk-ı tabiiyyesi idi. Fakat işte tâli’in cimriliği ona doyuracak kadar süt vermiyor, ne de ısınacak kadar giyecek; oyun bir hak iken kımıldayacak kuvveti yok; üzerinde sıçramak için zinde bir ana dizi bulamaz ve yanaklarını ancak yakan yahut donduran rüzgâr dalgası okşar. Bayram onu çıplak buldu ve bulduğu hâlde terk etti; şekere ancak uzaktan tahassür gözüyle bakarak: “Şeker!” demişti. Onu memnun ve mesut etmek için o kadar az şey lâzım ki.. lâkin o kadarcığı da kendisinden esirgeyen fena bir bahtı var. Mamafih yoksulluğun her zâlim darbesini yalnız boynunu bükerek isyansız ve sâkit kabul ediyor. Aczin bu samimi tevekkül manzarasında yürek paralayan öyle bir gizli testere vardır ki… Oh, çocuklar için yoksulluk tabiatın bir memnu’-ı müebbedi olmalıydı: O sefil ve mahrum yavru bu hasis ve yâbis varlık çulunu kendisi mi istemişti? Hayır… Onu mini mini çarpan bir kalp ve hiçbir şey tutamayan iki cılız kol ile hayata atan ancak tabiatın ve tesadüfün müşterek iradesidir. Bilmediği ve işlemediği bir günahın hayat eşiğinde cezasını çekmeğe başladı. Onun her derdini söylemek için yalnız bir cümlesi var: Ağlamak! Her cümlesi aynı kelimelerden teşekkül eder: Gözyaşları!… Sesi öyle zayıftır ki yakından dinlemezseniz işitilmez; ve gözünün yaşları o kadar şeffaf katrelerdir ki baş ucunda şefkatle eğilmedikçe göremezsiniz.

                    Gece aç çocuğun gökyüzüne öyle bakışları vardır  ki birer birer yıldızları emmek istiyor sanırsınız ve sanırsınız ki vücudunda şimdi sönecek bir yıldız gibi titreyen kendi ruhunu arşa göstererek hilkatini itham ediyor ve bilelim ki onun bize doğru birer zayıf şuâ gibi beş parmağını açan eli de bir küçük serzeniş ve inkisâr yıldızıdır ve düşününüz ki onun avucunu doldurmak için serçe parmağınız kâfidir! “Ona acıyınız ve merhametiniz onu elemden ve ölümden kurtarsın!” diyecek değilim. Çünkü o küçüklükte şâyan-ı hürmet bir haysiyeti vardır. Türk çocuğu hangi yaşta ve hangi vasıfta bulunsa dilenci olmaz. Ona kuvvetimizden kuvvet uzatmak bir sadaka değil, bir vicdan zimmeti ve bir hayat farizasıdır. Sema onun hayatı üzerine aydınlığını döker iken biz insan sıfatından sâkıt olmadıkça göz yumamayız ve başımızı karanlığa çeviremeyiz… Onun şikâyet bilmeyen küçük dudaklarının sükûtu bizi bir âyet inzârı gibi korkutmalıdır. Bu yoksul yavru yoksulluğundan ölürse gâib edeceğimiz tek bir çocuk değil hayr değil, bir baba yahut bir ana, velhâsıl bir aile nüvesidir. Her çocuk bir cemiyet ümididir; onda bilkuvve bir aile-i istikbâl yaşar. Onun sukûtuyla âtinin dallarında bir yuva yıkılır ve bütün bir Türk fideliği filizlenmeden harap olmuş olur. Bir hırka, birkaç damla gıda ve deva: İşte hayatı ve ölümü bilmeyen yavru ölümden kurtuldu ve hayata bağışlandı ve işte sürur ve şükran dolu gözleriyle size tebessüm ediyor.

                    Bu güzel tebessümler şimdi “Himâye-i Etfâl” cemiyetinde istiktâb etmektedir. Çünkü bu büyük cemiyet bir anaç güvercin gibi sıcak kanatlarını yoksul çocuklar üzerine açmış, tabiatın kendilerine karşı onu analık gösterdiği mazlum masumiyeti besliyor, okşuyor ve memleket için kuvvet-i fedâi yapıyor.

    Kalbimizin insaniyet ölçüsünü vermiş olmak için o cemiyete vüs’imizn yettiğini ihdâ edelim ve mümkünse verdiğimizi gece karanlığı ile saralım ki nakdmemiz her neye bâli’ olsa kendi kifâyetsizliğini görerek utanmasın.

                                                                                  Cenap Şahabettin

                                                                     Vakit, S 3344, 23 Nisan 1927 s 1

  • Bizim Köylülerimiz Tarlalarına Benzerler

    Kompartımana henüz yerleşmiştik. Kapıdan genç bir yolcu, yanında genç bir kadınla, göründü. Boş duran raflarımızı istimal için müsait olduktan sonra, oraya Ankara’dan aldığı marul ve kirazları yerleştirdi:

    – Bir köye gidiyoruz. Orada bunlar “kimya” gibidir!

    Dedi. Üç saatlik bir tren seyahatiyle varılacak bir yerde marulla kirazın bu kıymet ve ehemmiyetine hayret ettik. Acaba orada muzla çilek nasıl karşılanırdı? Merkezden uzaklaştıkça mevsimlik meyvelerin değil, hatta samanla unun bile nadir birer unsur mahiyetini iktisap etmesi ihtimali, insana şimdiden bir süzüntü veriyordu.

    Tren hareket etti. Kayseri’ye gidiyoruz. Sekiz on sene evvel Ankara’dan Yahşihan’a kadar uzanan bir dekovil vardı ki, bununla seyahat edenler, macerasını hâlâ unutmazlar: bu dekovilin trenleri oyuncak vagon ve lokomotiflerden biraz farklıca idi. Ankara’dan hareket eder etmez derhâl kömür buhranı kendisini gösterir, tren rast geldiği yerde tevâkkuf eder, bütün yolcular yere atlayarak civarda çalı, dal, ağaç, ne bulurlarsa trene taşırlardı. Bunlar yakılır, kazan tekrar buhar tutmağa başlar, tren tekrar yoluna devam ederdi. Seksen yüz kilometrelik bir hat üstünde bu garibenin beş altı defa tekrarı vâkî’di.

    Bugün o dekovilin yerinde geniş bir tren yolu tesis etmiştir. Ankara’nın mesiresi Kayaş’ı geçtikten bir iki istasyon sonra “Irmak”a gedik. Buradan Kastamonu’ya doğru gidecek hattın tesviyesine başlanmıştı. Kızılırmak, etrafında çalışmak ve yaşamak isteyenlerin emrine müheyya, ağır ve vakûr bir hâlde akıyordu.     

                Yahşihan’ı geçerek Kırıkkale’ye geldik. Devlet müessesâtının tekâsüf ettiği yer: Sağ tarafta inşaat, sol tarafta inşaat. Yeni ve mükemmel fabrikaların kalın bacaları, henüz tütmeden, semaya uzanıyor.

                Bir gün kadar tren âdeta bir çöl içinde seyahat ediyor. Saatlerle, kilometrelerle ölçülebilecek bir saha bomboş. Ağaç ve tarla, tesadüfen ve nadiren, göze çarpıyor. Ara sıra merkep, inek ve beygirden merkep hayran bir seyirci kafilesi arasından geçiyoruz. Geçtiğimiz yerlerde bir sene ekinler çok zayıf. Ne taraftan bakılırsa bakılsın, hasat zamanı yaklaştığı hâlde, henüz başaklar tarlaların toprağını örtemiyor. Çöp gibi bir sak üzerinde biraz şişkinlik teşkil eden bu başaklar âdeta boyunlarını bükmüş bir hâlde..

                Bu yolculuk esnasında tarlalarla köylüler arasındaki şeklî müşâbehete bir kere daha şahit oldum: Nerede başakları olgun, boyları uzun bir tarla gördümse yanı başında bekleyen köylünün de vücudu kuvvetli, rengi parlak ve yerinde idi. Cılız mahsullerin ortasında dolaşanların mâhiyeti ise yetiştirdikleri tarlaya benziyordu. Tren bu yâbis toprağın içinden yürüdükçe sanki her taraftan “Su, su!” diye haykıran ağızlar gibi toprak da nâmütenâhi yarıklar görünüyordu. Bu susuzluğun tesiri bana da sirâyet ederek gittikçe yakmağa başladı. Hangi istasyonda su sordumsa “Yok!” cevabını almıştım.

                Çerikli İstasyonu’nda trenimiz durmuştu. Penceremin karşısına isabet eden bir yerde dalgın, yirmi yaşlarında, esmer bir köylü ayakta dinleniyordu. Baktım, köylünün sol eli şalvarının ön tarafından içeriye girmiş çirkin bir vaziyet arz etmişti. Tren durduğu müddetçe delikanlının bu duruşu muhafaza etmesi hiddetimi tahrik etti. Bağırdım:

                – Oğlum, elini orandan çeksene! Böyle durmaktan utanmıyor musun?

                Köylünün gözleri ağır ağır bana çevrildi, dudakları ağır ağır kımıldadı:

                – Oramda bir çıban var da..

                Hastalıklardan en elimine tutulmuş bir zavallı ile karşılaştığımı anlayınca sualimden pişman oldum. Ben ona terbiyenin inceliğini göstermek istemiştim, o beni hakikatlerin derinliğine fırlattı.

                Tren, kısa fasılalarla, İstanbul tramvayları gibi, bir durakta tevakkuf ediyor. Bazı tevakkuf yerlerinde uzak, yakın bir köy, bir tarla değil, hatta bir istasyon binası bile yok. Bazı istasyonlarda üç dört yaşlarında köylü çocukları su, ayran satıyorlar. Hâlbuki aynı yaştaki burjuva çocukları, şehirde, henüz süt ve muhallebi ile beslenmektedir: Hayat mücadelesinin garip ve zıt manzaraları.

                Yaz günü bu hat üstünde, yanına iki testi su almadan, seyahat edenlerin hâli pek fecidir: Bin bir dudaktan ayrılan bir maşrapa ile safiyeti bellisiz bir su içmeğe razı olmayanlar, yolculuğun devamı müddetince, hararette kıvranmağa mecburdurlar. Ankara-İstanbul hattına lokanta vagonları tahsis eden idare, bari Kayseri yolcularına da bir çare bulsa! Mesela şirket vapurlarının içinde olduğu gibi bir kompartımanı büfeye tahvil etmek imkânı olmaz mı? Ben, Ankara toprağı gibi, şimdi sudan sırsıklam iken biraz sonra yine su diye kıvranıyorum. Bu gazap Kayseri’ye kadar devam etti.

                Bir köyden sonra karanlık dere boğazına girdik. Derenin mazlumu bile muhitine hayat ve kuvvet taşıyor. On üç saat imtidâd eden seyahatimizde karanlık dere vadisi bize yegâne vahayı teşkil etti. Burada tarlalar kuvvetli, ağaçlar büyük, insanlar memnun bir şekil gösteriyordu. Engin, kurak bir yaylanın muzdarip manzarasından sonra bu yemyeşil vadi, bu yüksek ağaçlar ve güzel tarlalar bize büyük bir ferah getirdi.

                Ufukta muhteşem Erciyeş’in karlı zirvesi, beyaz bir bulut gibi, göklere karışmış bir hâlde görünmeğe başlamıştı. Etrafta değişik manzaralar göze çarpıyordu. Eşkâller, acîb sahralar… Uzakta bir seviyede zincirlenen tepeler.. bir yaylıya kurulmuş siyah şemsiyeli bir yolcu, trenle yanındaki şoseden, gidiyor. Arkasında iki yayan rençper var. Belli ki arabadaki şemsiyeli bir köy ağası, bir köy zengini.. sonra tarlada kazmasına dayanarak trenin geçişini sereden sarı, kırmızı, mavi giyinmiş yanık yüzlü memleket kadınları..

                Tren, yük vagonlarını istasyonlara birer, birer dağıtarak, gittikçe kısalmağa başlamıştı. Kayseri’ye yaklaştıkça bu kısalık büsbütün ziyadeleşmiş, nihayet dört vagona kadar inmişti. Erciyeş’in silueti ufukta, gitgide, daha büyük bir heybetle irtisam ediyordu. Paşalı’dan sonra yine uzun bir yayla, ne bir ağaç, ne bir tarla, göz alabildiğine uzuyordu. Bu kurak saha akşam büsbütün hüznü artırıyordu. Güneş gurup ederken Himmetdede’yi geçtik. Burada bir iki bağ, epey ağaç görünüyordu. Boğazköprü’de karanlık iyiden iyiye etrafı sarmış, Kayseri’nin ışıkları tek tük görünmüştü. Yeni başlayan gecenin merâreti içinde, bütün yolculuk hislerimi, meçhul bir şâirin meçhul bir köylüye yazdığı şu iki satırla hülâsa ediyordum:

                Bu yıl ekinler zayıf, saman çok, tane pek az…

                Kazandığın sermaye yalnız düşünce bu yaz!

                Nihayet tren yavaşladı, vagon tekerleklerinin gürültüsü dindi. Buna mukâbil dışarıdan sesler duyuldu. İşte Kayseri…       

                                                                                        

    Faruk Nafiz [Çamlıbel]     

                                                                   Vakit, sayı: 3758, 25 Haziran 1928, s.1-2