• Yoksul Çocuklar

                    Sabahı severiz, çünkü gündüzün mebdeidir. Goncaları severiz, çünkü güllerin bebekleridir. Senenin yavruluk devri olduğuçün bahar hoşumuza gider. Kaderin yoksul yarattığı şu çocuğu sevmeyecek miyiz, ki insanlığın baharı, goncası ve sahibidir.?

                    Bence insan her muhabbete belki yüreğini kapayabilir, fakat içinde pembe parmağını emerek, bir çocuk uyuyan altın yahut tahta beşiği eser insansanız, helecansız temaşa edemezsiniz. Orada yatan küçük mahluk sevildiğini bilmez; ayakta duracak hâli yoktur, söz nâmına saçmalar ve hareket nâmına sallanır ve sendeler; mamafih zayıf ve sefaleti üstünde gülen bir yüzü vardır. Çünkü o… Çünkü mest-i masumiyettir.!

                    Masumiyeti sevmeyen yürek insan yüreği olamaz. Hem de düşününüz ki ince parmağını emerek uyuyan yavru doymak için meme rüyası görüyor ve emdiği kuru parmak soğuktan kızarmıştır; beşiğinin etrafında ecelin kötü hayali dolaşıyor, çünkü ölüm de kurt gibi körpe eti çok sever.. ipek, şekerleme, nevâziş ve buse onun hakk-ı tabiiyyesi idi. Fakat işte tâli’in cimriliği ona doyuracak kadar süt vermiyor, ne de ısınacak kadar giyecek; oyun bir hak iken kımıldayacak kuvveti yok; üzerinde sıçramak için zinde bir ana dizi bulamaz ve yanaklarını ancak yakan yahut donduran rüzgâr dalgası okşar. Bayram onu çıplak buldu ve bulduğu hâlde terk etti; şekere ancak uzaktan tahassür gözüyle bakarak: “Şeker!” demişti. Onu memnun ve mesut etmek için o kadar az şey lâzım ki.. lâkin o kadarcığı da kendisinden esirgeyen fena bir bahtı var. Mamafih yoksulluğun her zâlim darbesini yalnız boynunu bükerek isyansız ve sâkit kabul ediyor. Aczin bu samimi tevekkül manzarasında yürek paralayan öyle bir gizli testere vardır ki… Oh, çocuklar için yoksulluk tabiatın bir memnu’-ı müebbedi olmalıydı: O sefil ve mahrum yavru bu hasis ve yâbis varlık çulunu kendisi mi istemişti? Hayır… Onu mini mini çarpan bir kalp ve hiçbir şey tutamayan iki cılız kol ile hayata atan ancak tabiatın ve tesadüfün müşterek iradesidir. Bilmediği ve işlemediği bir günahın hayat eşiğinde cezasını çekmeğe başladı. Onun her derdini söylemek için yalnız bir cümlesi var: Ağlamak! Her cümlesi aynı kelimelerden teşekkül eder: Gözyaşları!… Sesi öyle zayıftır ki yakından dinlemezseniz işitilmez; ve gözünün yaşları o kadar şeffaf katrelerdir ki baş ucunda şefkatle eğilmedikçe göremezsiniz.

                    Gece aç çocuğun gökyüzüne öyle bakışları vardır  ki birer birer yıldızları emmek istiyor sanırsınız ve sanırsınız ki vücudunda şimdi sönecek bir yıldız gibi titreyen kendi ruhunu arşa göstererek hilkatini itham ediyor ve bilelim ki onun bize doğru birer zayıf şuâ gibi beş parmağını açan eli de bir küçük serzeniş ve inkisâr yıldızıdır ve düşününüz ki onun avucunu doldurmak için serçe parmağınız kâfidir! “Ona acıyınız ve merhametiniz onu elemden ve ölümden kurtarsın!” diyecek değilim. Çünkü o küçüklükte şâyan-ı hürmet bir haysiyeti vardır. Türk çocuğu hangi yaşta ve hangi vasıfta bulunsa dilenci olmaz. Ona kuvvetimizden kuvvet uzatmak bir sadaka değil, bir vicdan zimmeti ve bir hayat farizasıdır. Sema onun hayatı üzerine aydınlığını döker iken biz insan sıfatından sâkıt olmadıkça göz yumamayız ve başımızı karanlığa çeviremeyiz… Onun şikâyet bilmeyen küçük dudaklarının sükûtu bizi bir âyet inzârı gibi korkutmalıdır. Bu yoksul yavru yoksulluğundan ölürse gâib edeceğimiz tek bir çocuk değil hayr değil, bir baba yahut bir ana, velhâsıl bir aile nüvesidir. Her çocuk bir cemiyet ümididir; onda bilkuvve bir aile-i istikbâl yaşar. Onun sukûtuyla âtinin dallarında bir yuva yıkılır ve bütün bir Türk fideliği filizlenmeden harap olmuş olur. Bir hırka, birkaç damla gıda ve deva: İşte hayatı ve ölümü bilmeyen yavru ölümden kurtuldu ve hayata bağışlandı ve işte sürur ve şükran dolu gözleriyle size tebessüm ediyor.

                    Bu güzel tebessümler şimdi “Himâye-i Etfâl” cemiyetinde istiktâb etmektedir. Çünkü bu büyük cemiyet bir anaç güvercin gibi sıcak kanatlarını yoksul çocuklar üzerine açmış, tabiatın kendilerine karşı onu analık gösterdiği mazlum masumiyeti besliyor, okşuyor ve memleket için kuvvet-i fedâi yapıyor.

    Kalbimizin insaniyet ölçüsünü vermiş olmak için o cemiyete vüs’imizn yettiğini ihdâ edelim ve mümkünse verdiğimizi gece karanlığı ile saralım ki nakdmemiz her neye bâli’ olsa kendi kifâyetsizliğini görerek utanmasın.

                                                                                  Cenap Şahabettin

                                                                     Vakit, S 3344, 23 Nisan 1927 s 1

  • Bizim Köylülerimiz Tarlalarına Benzerler

    Kompartımana henüz yerleşmiştik. Kapıdan genç bir yolcu, yanında genç bir kadınla, göründü. Boş duran raflarımızı istimal için müsait olduktan sonra, oraya Ankara’dan aldığı marul ve kirazları yerleştirdi:

    – Bir köye gidiyoruz. Orada bunlar “kimya” gibidir!

    Dedi. Üç saatlik bir tren seyahatiyle varılacak bir yerde marulla kirazın bu kıymet ve ehemmiyetine hayret ettik. Acaba orada muzla çilek nasıl karşılanırdı? Merkezden uzaklaştıkça mevsimlik meyvelerin değil, hatta samanla unun bile nadir birer unsur mahiyetini iktisap etmesi ihtimali, insana şimdiden bir süzüntü veriyordu.

    Tren hareket etti. Kayseri’ye gidiyoruz. Sekiz on sene evvel Ankara’dan Yahşihan’a kadar uzanan bir dekovil vardı ki, bununla seyahat edenler, macerasını hâlâ unutmazlar: bu dekovilin trenleri oyuncak vagon ve lokomotiflerden biraz farklıca idi. Ankara’dan hareket eder etmez derhâl kömür buhranı kendisini gösterir, tren rast geldiği yerde tevâkkuf eder, bütün yolcular yere atlayarak civarda çalı, dal, ağaç, ne bulurlarsa trene taşırlardı. Bunlar yakılır, kazan tekrar buhar tutmağa başlar, tren tekrar yoluna devam ederdi. Seksen yüz kilometrelik bir hat üstünde bu garibenin beş altı defa tekrarı vâkî’di.

    Bugün o dekovilin yerinde geniş bir tren yolu tesis etmiştir. Ankara’nın mesiresi Kayaş’ı geçtikten bir iki istasyon sonra “Irmak”a gedik. Buradan Kastamonu’ya doğru gidecek hattın tesviyesine başlanmıştı. Kızılırmak, etrafında çalışmak ve yaşamak isteyenlerin emrine müheyya, ağır ve vakûr bir hâlde akıyordu.     

                Yahşihan’ı geçerek Kırıkkale’ye geldik. Devlet müessesâtının tekâsüf ettiği yer: Sağ tarafta inşaat, sol tarafta inşaat. Yeni ve mükemmel fabrikaların kalın bacaları, henüz tütmeden, semaya uzanıyor.

                Bir gün kadar tren âdeta bir çöl içinde seyahat ediyor. Saatlerle, kilometrelerle ölçülebilecek bir saha bomboş. Ağaç ve tarla, tesadüfen ve nadiren, göze çarpıyor. Ara sıra merkep, inek ve beygirden merkep hayran bir seyirci kafilesi arasından geçiyoruz. Geçtiğimiz yerlerde bir sene ekinler çok zayıf. Ne taraftan bakılırsa bakılsın, hasat zamanı yaklaştığı hâlde, henüz başaklar tarlaların toprağını örtemiyor. Çöp gibi bir sak üzerinde biraz şişkinlik teşkil eden bu başaklar âdeta boyunlarını bükmüş bir hâlde..

                Bu yolculuk esnasında tarlalarla köylüler arasındaki şeklî müşâbehete bir kere daha şahit oldum: Nerede başakları olgun, boyları uzun bir tarla gördümse yanı başında bekleyen köylünün de vücudu kuvvetli, rengi parlak ve yerinde idi. Cılız mahsullerin ortasında dolaşanların mâhiyeti ise yetiştirdikleri tarlaya benziyordu. Tren bu yâbis toprağın içinden yürüdükçe sanki her taraftan “Su, su!” diye haykıran ağızlar gibi toprak da nâmütenâhi yarıklar görünüyordu. Bu susuzluğun tesiri bana da sirâyet ederek gittikçe yakmağa başladı. Hangi istasyonda su sordumsa “Yok!” cevabını almıştım.

                Çerikli İstasyonu’nda trenimiz durmuştu. Penceremin karşısına isabet eden bir yerde dalgın, yirmi yaşlarında, esmer bir köylü ayakta dinleniyordu. Baktım, köylünün sol eli şalvarının ön tarafından içeriye girmiş çirkin bir vaziyet arz etmişti. Tren durduğu müddetçe delikanlının bu duruşu muhafaza etmesi hiddetimi tahrik etti. Bağırdım:

                – Oğlum, elini orandan çeksene! Böyle durmaktan utanmıyor musun?

                Köylünün gözleri ağır ağır bana çevrildi, dudakları ağır ağır kımıldadı:

                – Oramda bir çıban var da..

                Hastalıklardan en elimine tutulmuş bir zavallı ile karşılaştığımı anlayınca sualimden pişman oldum. Ben ona terbiyenin inceliğini göstermek istemiştim, o beni hakikatlerin derinliğine fırlattı.

                Tren, kısa fasılalarla, İstanbul tramvayları gibi, bir durakta tevakkuf ediyor. Bazı tevakkuf yerlerinde uzak, yakın bir köy, bir tarla değil, hatta bir istasyon binası bile yok. Bazı istasyonlarda üç dört yaşlarında köylü çocukları su, ayran satıyorlar. Hâlbuki aynı yaştaki burjuva çocukları, şehirde, henüz süt ve muhallebi ile beslenmektedir: Hayat mücadelesinin garip ve zıt manzaraları.

                Yaz günü bu hat üstünde, yanına iki testi su almadan, seyahat edenlerin hâli pek fecidir: Bin bir dudaktan ayrılan bir maşrapa ile safiyeti bellisiz bir su içmeğe razı olmayanlar, yolculuğun devamı müddetince, hararette kıvranmağa mecburdurlar. Ankara-İstanbul hattına lokanta vagonları tahsis eden idare, bari Kayseri yolcularına da bir çare bulsa! Mesela şirket vapurlarının içinde olduğu gibi bir kompartımanı büfeye tahvil etmek imkânı olmaz mı? Ben, Ankara toprağı gibi, şimdi sudan sırsıklam iken biraz sonra yine su diye kıvranıyorum. Bu gazap Kayseri’ye kadar devam etti.

                Bir köyden sonra karanlık dere boğazına girdik. Derenin mazlumu bile muhitine hayat ve kuvvet taşıyor. On üç saat imtidâd eden seyahatimizde karanlık dere vadisi bize yegâne vahayı teşkil etti. Burada tarlalar kuvvetli, ağaçlar büyük, insanlar memnun bir şekil gösteriyordu. Engin, kurak bir yaylanın muzdarip manzarasından sonra bu yemyeşil vadi, bu yüksek ağaçlar ve güzel tarlalar bize büyük bir ferah getirdi.

                Ufukta muhteşem Erciyeş’in karlı zirvesi, beyaz bir bulut gibi, göklere karışmış bir hâlde görünmeğe başlamıştı. Etrafta değişik manzaralar göze çarpıyordu. Eşkâller, acîb sahralar… Uzakta bir seviyede zincirlenen tepeler.. bir yaylıya kurulmuş siyah şemsiyeli bir yolcu, trenle yanındaki şoseden, gidiyor. Arkasında iki yayan rençper var. Belli ki arabadaki şemsiyeli bir köy ağası, bir köy zengini.. sonra tarlada kazmasına dayanarak trenin geçişini sereden sarı, kırmızı, mavi giyinmiş yanık yüzlü memleket kadınları..

                Tren, yük vagonlarını istasyonlara birer, birer dağıtarak, gittikçe kısalmağa başlamıştı. Kayseri’ye yaklaştıkça bu kısalık büsbütün ziyadeleşmiş, nihayet dört vagona kadar inmişti. Erciyeş’in silueti ufukta, gitgide, daha büyük bir heybetle irtisam ediyordu. Paşalı’dan sonra yine uzun bir yayla, ne bir ağaç, ne bir tarla, göz alabildiğine uzuyordu. Bu kurak saha akşam büsbütün hüznü artırıyordu. Güneş gurup ederken Himmetdede’yi geçtik. Burada bir iki bağ, epey ağaç görünüyordu. Boğazköprü’de karanlık iyiden iyiye etrafı sarmış, Kayseri’nin ışıkları tek tük görünmüştü. Yeni başlayan gecenin merâreti içinde, bütün yolculuk hislerimi, meçhul bir şâirin meçhul bir köylüye yazdığı şu iki satırla hülâsa ediyordum:

                Bu yıl ekinler zayıf, saman çok, tane pek az…

                Kazandığın sermaye yalnız düşünce bu yaz!

                Nihayet tren yavaşladı, vagon tekerleklerinin gürültüsü dindi. Buna mukâbil dışarıdan sesler duyuldu. İşte Kayseri…       

                                                                                        

    Faruk Nafiz [Çamlıbel]     

                                                                   Vakit, sayı: 3758, 25 Haziran 1928, s.1-2

  • Ahmet Arvasi Hoca ile “Sohbetler”in Işığında

    Post-truth olarak adlandırılan bir dönemde yaşıyoruz. Gerçek ötesi anlamına gelen bu kavramın kullanım alanı ise biraz daha farklı. Post-truth; gerçeğin, gerçek dışı ögelerle yahut kişisel fikirler ve duygulardan hareketle örtülmesi anlamını taşıyor daha çok. Buradan hareketle gerçek bir dünyanın uzağında, hakikatin ötesinde, ne olduğunu bile tam olarak ifade edemediğimiz bir zamana şahitlik ediyoruz, diyebiliriz.

    Huzurdan çok huzursuzluğun, şükürden çok tatminsizliğin, sabırdan çok tahammülsüzlüğün, rızadan çok kanaatsizliğin… kendini hissettirdiği bir dönemdeyiz.

    Kavram karmaşasının, anlamsızlığın, hedefsizliğin, kimliksizliğin ve hiçbir yerdeliğin hüküm sürdüğü bir çağdayız. Bu; zor, yorucu, yıpratıcı bunalım döneminin bizi de içine almasını engellemek mümkün mü peki? Şunu da sormalıyız: Özellikle genç nüfusun hayata dair sorgulamalarının bir karamsarlık bataklığında son bulmasını önleyebilecek miyiz?

    İnsan, hep bir arayış içindedir. Önemli olan bu arayışlarımızı anlamlandırabilmek ve güzel sonuçlandırabilmektir. Güzel sonuçlara ulaşabilmek için de kim olduğumuzu unutmamak ve bize bu arayışlarımızda doğru rehberlik edebilecek insanlarla muhatap olmak zorundayız.

    Seyyid Ahmet Arvasi… O, yaşadığı dönemde çevresindeki gençlere tecrübesiyle yol göstermiş, onları millî ve manevi değerlerin ışığında şekillendirmeye gayret etmiş önemli bir münevver, değerli bir eğitimci ve faziletli bir dava adamıdır.

    1988 yılında aramızdan ayrılan değerli büyüğümüz Seyyid Ahmet Arvasi Hoca, bugün de yazdıklarıyla bize ışık olmaya devam ediyor. Bizler, yaşadığımız çağın karanlığından kurtulmak ve kaybediş rüzgârlarında savrulmamak için değerli hocamızın eserlerine yeniden yönelmek ve bizlere sunduğu fikirleri yeniden gündemimize almak mecburiyetindeyiz.

    Yazımıza konu olan Sohbetler, Ahmet aArvasi Hoca’nın bütün eserlerinden süzülmüş bir özet konumundadır ve yazarın çeşitli dergi ile gazetelerde yazdıklarından bir kısmının bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur. Farklı konulardaki düşüncelerin öğreticilik kaygısından uzak biçimde, bir sohbet havası içinde sunulduğu metinler, hepimize ışık olacak ifadelerle doludur.

    Kitaptaki ilk metin “Sohbetlerin Bereketi” adını taşıyor. Ahmet Arvasi Hoca, bu yazıda bir arkadaşı ile olan sohbetini bizlerle paylaşıyor. Yazıda sohbet kavramına ilişkin olarak çok hoş tespitlerde bulunuyor.

    “Sohbetlerde yalnız bilgi alışverişi yoktur, gönül ve muhabbet de vardır. Bu sebepten olacak Türk milleti sohbet sözünün tam karşılığı olarak muhabbet sözünü kullanır.” Bu cümleden yola çıkarak biz de eser için yazarın okuyucularıyla yaptığı muhabbetin bir örneği tespitini yapabiliriz.

    Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem) sohbetleri ile şereflenen ve sahabe mertebesine yükselen değerli insanların varlığı İslamiyetin sohbet kavramına bakışını belirginleştirmiştir. Ahmet Arvasi Hoca bu durumu da şu cümlelerle ifade eder: “Sohbet, İslam’ın insanları yoğurmada ve kadrolaştırmada kullandığı metottur.”

    Yukarıda yaptığımız alıntılar eserin isminin neden Sohbetler olduğunu ve sohbet kavramının içeriğinin aslında ne kadar zengin olduğunu göstermesi bakımından birer numune konumundadır.

    Yazımızı, Arvasi Hoca’nın çeşitli konulara bakış açısını onun cümlelerinden örnekler de vererek genişletmeye çalışalım.

    Milliyetçilik

    Ahmet Arvasi Hoca’nın hem dindar hem de milliyetçi karakterde olması bazı zümrelerce İslamiyetin milliyetçiliğe bakışı ile çelişen bir durum olarak yorumlanır. Peki öyle mi? İslamiyet milliyetçiliği yasaklamış mıdır? Bir Müslüman milliyetçi olamaz mı? Bu konuyla ilgili Arvasi Hoca’nın düşüncelerini onun sözleriyle ifade etmeye çalışalım.

    “İslamiyette insanların milliyetlerinden soğutulması, insanların milliyet duygularını unutmaları asla istenmemiş, aksine peygamberimiz kendisi ile aynı imanı paylaşan başka ırktan ve milletten olan dost ve arkadaşlarını millet adları ile adlandırıyor ve çağırıyorlardır. Bilal-i Habeşi, Selman-ı Farisi, Süheyb-i Rumi … İslamiyet milletleri ve ırkları asla inkâr etmez, onları kardeşliğe davet eder.”

    Kendisini milliyetçi olarak tanımlayan bir kişinin kim olmadığı ya da milliyetçiliğin neye uzak durduğunu ise şu cümlelerle açıklıyor değerli hocamız:

    “Renk ırkçılığının ve üstün ırk anlayışının Türk milliyetçiliği ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.”

    “Türk milliyetçisi, milletleri biyolojinin değil sosyolojinin konusu olarak görür. Yani biz, biyolojik ırkçılığı reddederiz ancak inkâr edilmesi mümkün olmayan bir sosyolojik ırk meselesi vardır.”

    Bu topraklarda yaşayan insanlar olarak varlığımızın iki temel unsurunu Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı nasıl konumlandırmamız gerektiğini de şu güzel cümlelerle ifade ediyor Arvasi Hoca:

    “Ne kadar söylenirse söylensin yazılırsa yazılsın asla bıkmadan ve usanmadan tekrarlayacağımız cümle şu olmalıdır: Türklük ve İslamiyet beden ve ruh, yürek ve gönül, mekân ve zaman kadar kaynaşmış, birbirinden ayrılamaz ve varlığımızın temel unsurlarıdır.”

    Kültür ve Medeniyet

    Birbirine karıştırılan iki önemli kavramdır kültür ve medeniyet. Birçok sosyal bilimci bu kavramlar için farklı yorumlar yapmıştır. Arvasi Hoca da kültür ve medeniyet kavramlarına kendi penceresinden yaklaşmış ve bu kavramları şöyle yorumlamıştır:

    “Kültür, antropo-sosyal olan bütün değerleri içine alan bir kavramdır. Antropo-sosyal olan değer demek, insan eliyle tabiatın değiştirilmesi sonucu ortaya çıkan yeni unsurlar demektir. Tabiat, insan müdahalesi olmaksızın var olan dünya ve kâinat varlıkları demektir. İnsan tabiatı işleyerek kültüre ulaşır. Tabiat işlenmediği zaman hamdır. İşlendiği zaman kültüre dönüşür.”

    Kültür, saf bir halde midir? Kültür alış-verişi mümkün müdür? Millî kültür kavramından söz edilebilir mi? Bu soruların cevabı niteliğindeki cümleleri paylaşalım şimdi de.

    “Yeryüzü, millî kültür dairelerinden ibarettir. Bu kültür daireleri arasında tarihi ve coğrafi yakınlıklar nazara alınarak akrabalıklar bulunabilir lâkin bu durum dahi kültürlerin millî karakterini inkâra değil ispata yarar.”

    “Millet, kendi tarihi tecrübesini biriktirerek tekâmül yoluyla kültürünü zenginleştirip geliştirirken, sosyologların ‘diffusion’ adını verdikleri kültürlerin intişarı ve teması yolu ile de kendi millî rengini ve hüviyetini kaybetmeksizin komşu kültürlerden tesir almaktadır. Şurası asla unutulmamalıdır ki bir kültür sosyal temaslardan mahrum kalırsa iptidaileşir, öte yandan kültür temasları içinde kendi kültür özünü ve hüviyetini kaybederse mahvolur.”

    Peki, kültür sadece maddi bir yöne mi sahiptir? Kültür kavramı, millete ait manevi değerleri de içerir mi?

    “… maddi olsun manevi olsun bir milletin damgasını taşıyan her eser millî kültüre dahildir. Giyim ve kuşamımızı, camilerimizi, kervansaraylarımızı, maddi bir unsur olan ve ozanlarımızın çaldığı bağlamamızı hatta Türk’ün sofrasını ve kendine has yemeklerini sırf maddidirler diye kültürün dışında mütalaa edebilir miyiz? Hiç şüphesiz hayır. O halde maddi ve manevi cephesi ile kültür bir bütündür. Yanılmıyorsak maddi kültür unsurları, tabiat kuvvetlerinin, madenlerin, toprağın, bitki ve hayvanların işlenerek birer antropo-sosyal değer haline getirilmesi; manevi kültür değerleri ise milleti teşkil eden insan unsuruna yönelen ve insanı geliştirip, işleyip yücelten değerler olarak görünmektedirler.”

    Buraya kadar yaptığımız alıntılar ile Ahmet Arvasi Hoca’nın kültür kavramına yaklaşımını anlatmaya çalıştık. Hoca’nın medeniyet tanımını ve medeniyet konusundaki düşüncelerini de kendi cümleleri ile aktarmaya çalışalım.

    “Medeniyet, bir millete mahsus kültür malzemesine biçim ve ruh veren ona yepyeni bir terkip kazandıran, bir din veya felsefeden güç alan bir üst-sistem meselesidir. Tarih bize gösteriyor ki milletin kültür malzemesine biçim ve ruh veren bir üst-sistem daima var olagelmiştir. Bu üst-sistem ya bir din veya onun yerini almaya çalışan bir fikir sistemidir. Kesin olarak iddia edebilirsiniz ki tarih boyunca ve bugün mevcut bulunan hiçbir medeniyet yoktur ki bir din ve inancın biçimleyici ve düzenleyici gücünden mahrum bulunsun. Yeryüzünde laik bir medeniyet yoktur ve olmamıştır.”

    Bu tanım aklımıza şu soruları getirmelidir? Türk medeniyetini nasıl tanımlarız? Türk medeniyetini oluşturan ana unsur hangisidir?

    “Türk medeniyeti, Türk kültür malzemesini belli bir inanç ve fikir sistemi içinde bütünleştirerek işlemek ve diğer milletleri ve çağı hayran bırakacak seviyede inceltmek ve yüceltmek demektir. Tarihimiz boyunca Türk kültür malzemesine biçim ve ruh kazandıran üst-sistem İslam dini olmuştur. İslamiyet yalnız kültür temasları ile kazandığımız bir millî kültür malzememiz değildir. O, bin yıldan beri Türk kültür malzemesine biçim ve ruh veren bir mimar olmuştur. İslamiyet, milletleri tahrip etmeden yücelten âlemşümul bir din olduğundan başlı başına bir Türk medeniyeti, bir Arap medeniyeti, bir Hint medeniyeti, bir Fars medeniyeti… güçlenmekle kalmamış; bu millî medeniyetlerin biçimleyici ve ruh kazandıran değeri olarak -bu mimarın hakkı da tanınarak- bir İslam medeniyeti kavramı da doğmuş bulunmaktadır. Böylece farklı milletlerin, farklı kültür malzemesine kendi ruh ve inceliği içinde biçim kazandıran İslamiyet, birçok milletin millî medeniyetlerin üst-sistemi olmuştur.”

    Ahmet Arvasi Hoca’nın kültür ve medeniyet konusundaki düşüncelerinden bazılarını paylaşmaya çalıştık. Değerli hocamız, Türklüğü ve Müslümanlığı bir ayrım sebebi saymadan bizim her iki yönümüzü de doyuran cümlelerle bize bir kimlik inşa etmeye çalışıyor. Bugün değerlerinin farkında olmayan, kim olduğu sorusuna doyurucu cevap veremeyen insanlar için yol gösterici cümleler kuruyor.

    Yabancılaşma

    Yaşadığımız yüzyılın en büyük sorunlarından biri de yabancılaşmadır. Bu kavram, birçok alanda kendini göstermektedir. Psikoloji, sosyoloji, edebiyat gibi birçok alan bu konuyu işleyen eserlerle doludur. Arvasi Hoca da yabancılaşma konusuna Sohbetler adlı eserinde değinmiştir.

    Eserde yer alan “Millî Kültüre Yabancılaşma” başlıklı yazı yabancılaşma konusunun Türk kültürü açısından incelendiği bir metindir. Arvasi Hoca bu kavramı bir sömürgecilik anlayışı olarak yorumlar.

    “ … zamanımızda, milletler arası mücadele biraz daha mahiyet değiştirerek planlı ve sistemli bir ‘kültür savaşına’ dönüşmüş bulunmaktadır. ‘Yeni sömürgecilik’ adı verilen bu savaşta ‘süper devletlerin’ hedefi, artık her şeyden önce ‘insan unsuru’ dur. Bir ülkenin madenlerini, bitkilerini, hayvanlarını ele geçirmeden önce insanı[nı] ele geçirmek stratejisi üzerine kurulu bu savaş çok sinsi ve usta bir tarzda yürütülmektedir. Sömürgeci devletler, sömürmek istedikleri ülkede okul açmaya, o ülke çocuklarını kendi ülkelerine götürüp okutmaya, sömürmek istedikleri ülkeye öğretmen, kitap, film… göndermeye can atıyorlar. Çok defa ‘beynelmilelci bir maske takınarak’ vatan çocuklarını millî tarih, millî kültür ve millî ülkülerden soğutup ‘kendilerine hizmet etmeye’ hazırlıyorlar. Yani yabancılar, vatan ve millet çocuklarını kullanabilmek için her şeyden önce onları ‘kendi millî varlıklarına yabancılaştırma’ yolunu tutuyorlar.”

    Yabancılaşma konusuna Ahmet Arvasi Hoca üç noktadan yaklaşır.
    “1. Yabancı etkileşimine açık olduğu için yüksek tahsil kademelerinde.
    2. Sosyal temaslara açık olduğu için büyük şehirlerde
    3. Sosyal, kültürel ve ekonomik geçişin kolay olduğu hudut boylarında.”

    Öncelikle, değerli hocamızın büyük şehirlerdeki yabancılaşma problemine yaklaşımını aktaralım:

    “Türkçe ve İslamca yaşamak artık yadırganmaktadır, horlanmaktadır. Birçok şehrimiz artık Bizans’tan öte bir hayat tarzı içinde yaşamaktadır, yatıp kalkmaktadır, yiyip içmektedir. Müslüman-Türk çocuğu kendini özyurdunda ‘gaip’ ve ‘parya’ gibi hissetmeye başlamıştır. Kapitalist dünyanın hayranları kuyruk sokumuna kadar çıplak karıları ile Amerikalılar gibi viski içmekte, Fransızlar gibi dans etmekte, İngilizler gibi selâmlaşmakta, Almanlar gibi tepinmektedirler; kızıl dünyanın uşakları ise enternasyonali söyleyerek bayrağımızı indirmeye, ‘halklar’ narası ile vatanımızı ve milletimizi bölmeye, Lenin ve Mao hayranlığı ile tarihimizi tahrike başladılar. Türkçülük savaşı vermeye hazırlanmayan vatan çocukları şimdi Rusçuluk ve Çincilik savaşı veriyor. İşte iki yüz yıllık milli(!) eğitim ve ‘kültür devrimi’.”

    “Pers emperyalizmi tarih boyunca, ülkemize iki koldan gelişen bir ‘kültür emperyalizmi’ ile girmeye çalışmaktadır. Bir, Farsça ile; iki siyasi mezhepçilik yaparak. Millî ve ilmî bir eğitim politikası ile bu harekete karşı çıkılmadığı için de maalesef tahribat çok büyük olmuştur.”

    Bunalım

    Her şeye çok hızlı ulaştığımız, her şeyin çok hızlı eskidiği bir dönemde yaşıyoruz. En büyük problemimiz internetin üç ya da dört saniye geç açılması. Bu hızla ulaşmak istediğimiz nihai hedefimiz ne peki? Hızın hayatımıza kattığı her şey bizi tatmin ediyor mu? Hız bizim için bir huzur kaynağı mı?

    Daha konforlu bir hayatımız var. Ekonomik durumu düşük bir seviyede olanlarımız dahi teknolojik gelişmelerden geri kalmıyor. Son model akıllı telefonlarla, bir tıkla ulaştığımız sanal mağazalarla ihtiyacımız(!) olan her şeye kavuşabiliyoruz. Konfor, bizi vadettiği mutluluğa eriştirebiliyor mu peki? Son derece lüks içinde hayat süren kalabalıklar ruh dinginliğinde de gıpta edilecek konumdalar mı?

    Yukarıdaki sorunların cevabını hepimiz biliyoruz aslında. Çağımız birçok şeyin çok ama huzurun ve mutluluğun az olduğu bir çağa dönüştü. Hemen hepimiz bir bunalım döneminde yaşadığımızın farkındayız. Depresyon ilaçları, psikolojik yardımlar, mutluluğun formülünü verdiğini iddia eden kişiler ve kitaplar yetmiyor bize. Bunalım devam ediyor.

    Ahmet Arvasi Hoca eserinde bunalım konusuna da değiniyor. Ancak o, bunalım konusunun bu çağa ait olduğunu düşünenlerden değil. Bakın ne diyor:

    “Biz hemen belirtelim ki ‘bunalım[ı]’ sadece bu yüzyıla ve nesillere mahsus bir mesele olarak kabul etmeyi makul ve haklı bulmuyoruz. Geçmiş insanların veya bizden daha az bunalımlı olduklarını iddia etmek bize pek mantıklı gözükmemektedir.

    Galiba fertler gibi aynı yüzyılda yaşayan insanlar da egosantrik oluyorlar. Yani yaşamakta olan her nesil geçmiş nesillere nazaran daha çok ıstırap çektiğini sanarak kendini ilgi ve merkezi durumuna getirmeye çalışmakta ve kendine önem atfetmektedir.”

    Biz bu cümlelerden sonra çağımıza haksızlık etmeyi bir kenara bırakabiliriz. Bunalım oldukça insanî bir mesele olarak görülürse sebepleri ve çözümü de rahatlıkla anlaşılabilir. Arvasi hoca da bu konuya aynı şekilde yaklaşıyor:

    “Oysa insan, ‘bunalım’ ı tabiatında taşır; çünkü o, bizzat kendi ile çatışan varlıktır. Fert, kendinde süflî ile ‘ulvî’ nin kavgasını bulur. İnsan bir yanı ile ‘hayvan’, bir yani ile ‘melek’ olmanın çilesini yaşar. Bildiğimiz gibi ‘hayvan’ da ‘melek’ de bunalmaz. Onlar çatışmaz yaşarlar. Bunalım insana mahsustur. Bu sebepten olacak ki Mevlâna Celâleddin-i Rûmî: ‘Hayvan hayvanlığı ile melek melekliği ile kurtuldu, yalnız insandır ki ikisi arasında yalpalayıp duruyor.’ der.

    “Bunalım, insanın psikolojik bir hususiyeti olup -insan için- tabiî bir oluşumdur. Bütün tarih boyunca tek tek her insan ve toplumla beraber olagelmiştir. İnsan aleyhine değil bilâkis lehine olan insanı güçlü ve dinamik yapan bir kudret biriktirme hadisesidir. İnsanın iç dünyasında beliren bir sıkışma ve kaynamadır. Daha doğrusu ruhun organizmayı aşmasıdır.”

    “İnsan … ‘ten kafesine’ hapsedilmiş bir sonsuzluk okyanusu gibidir. Sonsuzluğa vurgun insan ruhu, sınırlı organizmanın dar kalıplarına kapanıp kalabilir mi?”

    Günümüzde bunalım konusuna dair yapılan temel yanlış ve bu anlayışın ana hatlarını da şöyle belirtiyor Arvasi Hoca:

    “Çağdaş psikanalistler, insanın tam bir başıbozuklukla organizmanın tatmini ile bunalımdan kurtulacaklarını sanmış, bunu tavsiye etmiş ve insanlığı felakete sürüklemişlerdir. Bugün maddeciliğin ve ona uygun bir psikolojik ekol olan Freudisme’nin hâkim bulunduğu fert ve toplumlarda bunalım, intihar, ruh hastalıkları ve cinsî sapıklar, serseri gençler, uyuşturucu madde düşkünleri, anarşi… o kadar artmıştır ki bunu neşredilmiş istatistiklerden öğreniyoruz.
    Kısacası insan başıboş kalmakla bahtiyar olacağını sandı ve yanıldı. Bu konuda yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de (Kıyamet Suresi, âyet:36’da) ‘İnsan kendini başıboş mu bırakılacak zanneder?’ diye buyurulmuştur.”
    Neler bunalım için bir çözüm yolu olur? Bunalıma iyi gelmeyecek şeyler nelerdir? Yazımızın bu bölümünü de aşağıdaki alıntılarla sona erdirelim.

    “Hayvanlar, altında ateş yanan fakat üstü açık bir kazan gibi iç enerjilerini buharlaştırıp savururken insanlar kapalı bir kazan gibi kendilerini bir iç tazyike sokulmuş buluyorlar. Kendilerini yüce maksatlara ve ülkülere veremeyen zavallı idrakler, bu şiddetli tazyikin altında bunalarak nefsanî ve hayvanî hayata doğru alçalırlar.”

    “İnsan kendini insanlaştıran iş ve faaliyetlerle kendini yormalıdır; aksi hâlde boşluk onu yutar ve bunaltır. Bu konuda yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de (El-inşirah Suresi, âyet:7’de) ‘O hâlde boş kaldın mı hemen yorul’ diye emredilmiştir.”

    “İnsanlar, bunalımları oyun, dans, spor gibi faaliyetlerle azaltmaya çalışabilirler. Fakat hemen şunu belirtelim ki insan kendini küçük maksat ve ülkülere vermekle tatmin olmaz. Fertler ve toplumlar koşuşturdukları maksat ve ülküleri kadar büyürler.”

    “Büyük zekâların büyük bunalımları, bu bunalımdan kurtulmak için yüce maksat ve ülküleri vardır. Fertleri dehâya, toplumları büyük silkinişlere götüren büyük bunalım devirleridir.
    Ecdadımız, kendisini yüce maksat ve ülkülere adayarak şahsî ve ailevî gailelerini unutuyorlardı. ‘Billah kendi derdim gelmez yâdıma’ diyorlardı. Büyük devletler ve şanlı medeniyetler kuran aziz Türk milletinin her şeyin üstünde tuttuğu maksatları vardı. Türk milleti, ‘Din ve Devlet’ ile ‘Mülk ve Millet’ için ‘İlâ-yı kelimetullah’ için kılıç ve kalem oynattı. Yüce Türk milleti ve onun bağrından doğan şanlı ordusu hakanının gönlünde yatan ‘Kızılelma’yı özleyip durdu.”

    Türkiye coğrafyasında yetişen değerli ilim ve kültür insanlarından biri olan Seyyid Ahmet Arvasi Hocamızın bu eseri üzerine söylenebilecek şeyler elbette ki bu kadarla sınırlı değil. Daha önce eseri okumamış olanların dikkatini esere yöneltmek niyetiyle hazırladığımız bu yazı ile rahmetli hocamızı ve onun fikirlerini bir kez daha gündeme getirmiş olduk. Daha iyi çalışmaların ve farklı kitaplarla ilgili değerlendirmelerin geleceğini umut ve temenni ediyoruz.

    Seyyid Ahmet Arvasi’nin Sohbetler adlı eseri üzerine yaptığımız değerlendirme yazımızı sona erdirmeden önce bir konuya daha değinmekte fayda görüyoruz. Değerli hocamızın eserleri ne yazık ki çok kötü baskılarla okuyuculara sunuluyor. Düzgün bir editörlük çalışması yapılmadan, yazılar imlâ ve noktalama açısından gözden geçirilmeden özensizce hazırlanıyor. Ayrıca birçok eserin de baskısı bulunmuyor. İnşallah bahsettiğimiz bu eksiklikler giderilerek daha güzel baskılarla hazırlanmış Arvasi Hoca külliyatına yakın zamanda kavuşuruz.

  • İslâm Tarihinde Sahte Kahramanlar

    Yazımızın başlığını Necip Fazıl Kısakürek’in Sahte Kahramanlar isimli kitabından ilham alarak belirledik. Yine aynı eserden yapacağımız iktibaslarla, yazımızın maksadını ve zemini ortaya koyacağız. Bu zemin üzerine de Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin “İslâm Hukukunda Değişmenin Sınırı” eserinden portreler sunacağız.

    Necip Fazıl, Sahte Kahramanlar adlı eserinde kahramanı şöyle tarif ediyor:

    “…kahraman, her sahada ve bütün hareket tecellilerinde üstün varlığa, üstün oluşa yol açan, kendisini ve cemiyetini aşan, insanı ve cemiyeti yoğuran ve nefslerini aşmaya davet eden, zamanı delen ve mekânı yırtan hamle örneği üstün insan…”

    Necip Fazıl, kahramanları bir de tasnife tâbi tutuyor. Maddede, manada ve hem maddede hem de manada olmak üzere üç sınıf kahramandan bahseden şair, ayrıca bu tasnifin dışında mutlak kahraman (peygamberler) ve nisbî (önemli işler başarsa bile Allah ü Teala’nın teyidiyle gelmeyen adi insanlar) kahraman şeklinde iki sınıftan daha bahsediyor.

    Geçmişten günümüze kadar farklı coğrafyalara ait kahraman misalleri sunan Necip Fazıl, kahramanın sahip olduğu vasıfları da şöyle sıralıyor: “Evvela samimiyet, sonra iman, sonra vecd ve aşk, fikir, ahlâk, cehd ve şecaat…”.

    Bir ulviyet zirvesi olarak ifade edilen kahramanın eteklerindeki şu üç tip ise yazımız için asıl malzemeyi oluşturacak örneklerdir: özenti kahraman, meccanî kahraman, sahte kahraman.

    Özenti kahraman için en güzel örnek olarak Don Kişot’u gösteriyor Necip Fazıl ve bunu şu şekilde izah ediyor:

    “(Don Kişot) kendi kahramanlığına inanan bir yarı deliden başka bir şey değildir ve birçok insanın içindeki gizli (Don Kişot)ları ihtar için bir nevi (sembol) olarak seçilmiş muazzam bir tiptir.

    Meccanî kahramanlar ise “… kaderin cilvesi içinde, hiç beklemedikleri ummadıkları, çalışmadıkları, anlamadıkları şeylere birdenbire nail oluverirler (…) İşte meccanî kahramanlar, (…) bir nevi tapu halinde mallarıymış gibi bir meziyet veya fazilet iddiasına kalkan bedavacılar, lüpçülerdir.”

    Sahne artık sahte kahramanlara ait olabilir. Necip Fazıl, sahte kahramanlarla ilgili olarak çok özel değerlendirmelerde bulunuyor. Bu değerlendirmeleri de özellikle Osmanlı’nın son döneminden verdiği örneklerle somutlaştırıyor.

    Öncelikle sahte kahramanın özelliklerini, sahte kahramanların kimler tarafından, hangi memleketler için yetiştirildiklerini aktaralım:

    “Kahramanlık vasfını, sıfatını çalanların en tehlikelisi, sahte kahramanlardır! Çünkü onlar, hem özenti, hem meccanî olduktan başka kahramanlıklarını kurdukları rejimle ve zorla kabul ettirenlerdir. Yahut kendi rejimleri geçtikten sonra, onlara dayanan rejimin zorıyle inanılması şart koşulan kahramanlar!.. İşte sahteler bunlardır! Ne kadar da çok şahıs olduğunu görmeniz lazım… Garpta böylelerini ararsanız, meccanî veya sahte olarak, pek bulamazsınız. Çünkü Garplı bunu yutmaz! Biraz sonra anlıyacaksınız sebebini!.. Halbuki garplı, bizim sahte kahramanlarımızı kendisi imal etmiştir! Onun için biz zengin bir hara halinde malikiz bunlara… Bu tarihimizin dışında sahte kahramanları, Allah Resulünün devrinde yalancı peygamber Müseyleme-tü’l Kezzabdan başlayarak Nâsır’lara, Burgiba’lara, Butto’lara kadar getirebiliriz.”

    Garp medeniyetinin şarklı sahte kahramanları hangi yollarla ve hangi maksatlara matuf imal ettiğini anlamaya çalışalım. Bu planların ne zaman başladığına, kemal noktasına hangi dönemde ulaştığına ve ortaya çıkan yeni tipin neye benzetildiğine de dikkat edelim:

    “Taklit ve hakikat… Bir şey önce taklit olunur, sonra hakikatına erilir, çilesi çekilir, o zaman taklit değildir o… Taklit, Avrupa’lının bize attığı ağdır. Burada mühim bir nokta üzerinde duracağız: Avrupalı İslâmiyetten hiçbir zaman ve mekânda tiksinmemiştir, yalnız korkmuştur. Fakat daima içinde gizli bir takdir hissi de kalmış olabilir; vardır demiyorum. Avrupalı “ehl-i salîb”iyle, şusuyla busuyla, topu ve tüfeğiyle beceremediğini, nihayet kendi üstünlüğüne inanmış iç maymunları yetiştirerek, bizde, bir sevdalı zümresi kurarak beceriverdi.”

    İslamiyet korkusundan bir zamanlar ödü patlayan Batının (Rönesans)tan ve bilhassa 19. asırdan sonra içimizde ürettiği inkâr nesilleri, kendi kendimizden ve kendi aslımızdan nefret ajanlarıdır. Batının duyduğu dehşet, içimizde bellibaşlı metodlarla kendi kendimizden nefret ajanlarını doğurdu. O korktu, bizimkiler iğrendi. O korku bizi kendimizden iğrendirmenin yolunu buldu, neticede bizden korkan o, kendi kendimizden tiksinen de biz olduk. Bütün muhasebemiz budur. Doğu namütenahi çirkinleştirilen bir hak, Batı da hudutsuz ziynetlendirilen bir bâtıl içinde yürüdü, gitti. Süslü ve mağrur “bâtıl”, bakımsız ve mahzun “hak”kı dış planda yendi ve bu hain tertip, binbir âdet ve müessise halinde ökse ve tuzaklarını kurdu ve oradan vicdanlara korkunç bir küçüklük ukdesi düştü ve böylece Tanzimat çığırı açıldı. Yüz küsur yıl sonra da felaket kemalini buldu. (…) Bu vaziyette, ancak üstün kahramanın karşı koyabileceği bu hava içinde, her türlü iç ve dış murakabeden yoksun Tanzimat entelektüeli tipi meydana çıktı ve gelişe gelişe gitti. Bu yalnız dışı gören, kavanozu, içindeki reçele dilini uzatamadan camından yalayan bir maymun tipidir. Böylece Tanzimatla beraber bizde sahte kahramanlar fabrikası kuruldu ve o fabrikadan domuz sucukları gibi, kangal kangal sahte kahramanlar meydana geldi, geldi, geldi…”

    “İslâm Hukukunda Değişmenin Sınırı” Üzerine

    Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci tarafından kaleme alınan İslâm Hukukunda Değişmenin Sınırı adlı eser 2018 tarihi itibarıyla ikinci baskısını yaptı.

    Eserin birinci kısmı “Değişmek mi Yok Olmak mı?”, ikinci kısmı ise “Örf ve Âdet” başlıklarıyla sunuluyor. Biz, eserin İslâmiyet’te değişim, modernizm ve modernist isimlerin konu edildiği ilk kısmı üzerinde durmaya çalışacağız.

    Batı’nın İslâm dünyasını askerî, idarî ve teknik konularda geçmesi bunu fark eden Müslümanlar arasında “değişim” düşüncesini doğurur. Bu düşünce iki farklı şekilde tezahür eder:

    “Birincisi, kendisini hiçbir kayıt altında hissetmeden, her hususta aynen Batılı gibi olmaya çalışmak lazım geldiği istikametindedir. Bunun için de dünya görüşünden, dinî müesseselere kadar her şeyi modernize etmek gerekiyordu.

    İkinci temayül ise, İslâm dünyasının, Müslümanların İslâmiyet’in emirlerine hakkıyla riayet etmeyip bid’at ve hurafelere bağlanması sebebiyle bu hâle düştüğü; öyleyse yeniden İslâmiyet’in emirlerine hakkıyla sarılarak meselenin hallolacağı istikametindeydi.”

    İkinci temayül arasında da farklı düşünceler beliriyor. Bu farklı düşüncelerden en mühimi de İslâmî kaynakların asrımıza göre ve yeni bakış tarzları ile yorumlanmasıdır. Zaten değişim düşüncesini bir probleme dönüştüren nokta da burası oluyor.

    Bir medeniyete mensup insanların geri kalmışlıklarını telafi etmek, bu konuyla ilgili tedbirler almak istemeleri son derece tabiidir. Ancak bu iyi niyetin her zaman doğru sonuçlar vereceğini düşünmek mümkün değildir. Çünkü değişim fikrinin hangi kaynaktan geldiğini iyi bilmek ve değişimin sınırlarını doğru tespit etmek çok önemlidir. Yoksa iyi niyetle çıkılan yolun sonu hiç de hayırlı olmayabilir.

    “Müslümanların, XVII. yüzyıldan itibaren ciddî baskılar altında kalarak, çözülmeye başlamaları; XIX. asırda da varoluşlarına yönelik, tarihlerinin en büyük siyasî ve ideolojik meydan okuyuşuyla karşı karşıya kalmaları; İslâm âleminde bazılarını kendi kendine, ‘İslâm hukuku, zamanın ihtiyaçlarına cevap verebilir mi?’ sualini sormaya itti. Vahy ile akıl arasında mukayeseler yaparak, kendilerine aklı hareket noktası alan bu yeni görüşe modernizm, sahiplerine de modernist denildi.”

    Şimdi İslâm âlemi için meşhur modernistlerden bazılarını tanımaya ve düşüncelerinden örnekler vermeye geçebiliriz.

    Cemaleddin Efgânî

    Prof. Dr. Ekinci kitabında Cemaleddin Efgânî, Abduh ve Reşit Rıza’nın çalışmalarından, etki alanlarından, İslâmiyet’e verdikleri zararlardan ve bu yoldan etkilenen nice isimden örnekler veriyor. Modernizm anlayışının bu önemli isimlerine dair aktardığı doyurucu bilgileri verdiği dipnotlar ile muhkemleştiriyor.

    Cemaleddin Efgânî, İslâm âleminde tesirleri ve artçıları çok olan modernistlerden biridir. Hakkında hazırlanmış birçok çalışma ve makale vardır. Aslen İran’ın Esadabad şehrinden olup Şii Azerî bir aileye mensuptur. Efgânî ismini bu özelliklerini gizlemek amacıyla tercih etmiştir. Asıl adı ise Cemaleddin Bin Safder’dir.

    Cemaleddin Efgânî, İslâm âleminde daha sonra da rastlayacağımız sahte mehdîlerden biridir. Muhammed ismini ve seyyidlik unvanını bu iddiasını güçlendirmek için kullanmıştır. Âli Paşa’nın daveti üzerine İstanbul’a da gelen Cemaleddin Efgânî, nübüvvetin (peygamberliğin) bir sanat olduğunu (sadece çalışmakla elde edilebileceğini) söylemiş ve filozofların peygamberlerden daha evrensel bir buyruğa sahip olduklarını iddia etmiştir. Bu ifadeleri sebebiyle zındıklık ile suçlanmış ve sınır dışı edilmiştir.

    İstanbul’dan sonra Mısır’a gelen Cemaleddin Efgânî, “İdeallerini daha kolay gerçekleştirebileceği inancıyla evvela İskoç Mason Locası’na girdi; bir yaratıcıya inanmadığı için buradan atılınca Fransız Doğu Locası’na bağlı bir Mason locası kurdu. Efgânî, Masonluğu, ‘Çalışma azmi, şeref ve zalimlere karşı direnme yolunda hayatını hiçe saymak’ şeklinde tarif eder.; ‘Masonluk, bir lider otoritesi kurup, onun şahsî emeline hizmet etmekten çok daha üstündür.’ derdi. Yüzlerce talebesini de bu yola soktu.”

    Cemaleddin Efgânî bir dönem Paris’te yaşadı. “Burada geleni gideni çoktu. Kahire’den dostu Rus Madam Helena Blavatasky’nin gönderdiği Katolik milliyetçiler, İrlandalı ihtilâlciler, papazlar kapısından eksik olmazdı. Çok esrarengiz bir şahsiyet olan Blavatasky, dinler üstü bir teşekkül olan Teosofi Cemiyeti’nin kurucusuydu.

    Paris hayatı, Efgânî’nin dini inancını iyice kaybetmesine yol açtı. İsyankâr bir tavır takındı. Dinin bilim, akıl ve medeniyetin düşmanı olduğuna kanaat getirdi. Ancak faaliyet sahası Müslüman cemiyetinde olduğu için dindar gözükmesi ve dini kullanması icab ediyordu. (…) Müslüman cemaatten uzak düşmemek için dinî vecibeleri yapar gibi gözükmelerini talebelerine ehemmiyetle tavsiye ederdi. Nitekim Şia’nın takıyye telâkkisi bunu emreder.”

    Cemaleddin Efgânî, yukarıda belirtilenlerden de anlaşılacağı üzere Batı tarafından desteklenen bir masondur. O, birçok coğrafyada öğrenci / takipçi bulmuş ve talebelerinin çalışmalarıyla tesir sahasını daha da genişletmiştir. Bu öğrencilerinden en meşhurları Muhammed Abduh ve Reşit Rıza’dır. Hepsi birlikte İslâmiyet’i tahrif etme işine yönelmişlerdi. “Bu işte Efgânî plan; Abduh ise program kısmını üstlendi. Biri İslâmiyet’i ‘sivil din’e, öbürü ‘politik din’e çevirmeye çalıştı. Onun, dinde reform planını, Abduh ve Reşit Rıza devam ettirdi. Efgânî böylece bir Luther rolü oynadı.”

    Abduh ve Reşit Rıza, onun uç sayılabilecek fikirlerine biraz daha dinî bir görünüm kazandırırlar. Özellikle Reşit Rıza’nın bu çalışmaları modernist İslâm anlayışını daha sistematik bir hâle yaklaştırır.

    Efgânî’nin etki alanı ne yazık ki Osmanlı coğrafyasını da kapsıyordu. “Abdullah Cevdet, Ahmet Agayef, Ziya Gökalp, Mehmet Âkif Ersoy, Mehmet Emin Yurdakul, Şemseddin Günaltay gibi isimler tarafından fikirlerine sahip çıkıldı. Günaltay kendisini, “ Şeyh [Efgânî], peygamber kadar şâyân-ı hürmet; ona itiraz edenler, Ebu Cehil kadar lanete müstehaktır. Çünki, Peygamberin zamanındaki İslâmlığı yeniden diriltmeye kalkmıştır.” diyerek metheder.”

    Yazımızın bu bölümünde Efgânî, Abduh ve Reşit Rıza’nın modernist fikirlerinden hareket eden bazı Türk aydınlarından bahsedebiliriz.

    Celâl Nuri İleri

    Celâl Nuri, modernizm savunucusu bir Jön Türk’tür. Önce “Âti” isimli gazeteyi çıkarmış bu gazete kapatılınca “İleri” gazetesini yayımlamaya başlamıştır. Polemikleriyle meşhur bir gazeteci olan Celâl Nuri ayrıca dört dönem de milletvekili olarak meclise girmiştir.

    Hukuk, din, dil ve edebiyat gibi konularda eserler kaleme almıştır. İttihâd-ı İslâm adlı eserinde Müslümanların birliğini, Kadınlarımız adlı eserinde Müslümanlık anlayışımızdaki yanlışlık sebebiyle kadınların geri plana itildiğini, Hâtemü’l-enbiyâ adlı eserinde de Peygamber Efendimiz’i -mevcut siyer anlayışlarından farklı olarak- ele almıştır.

    Celâl Nuri, hedefine Mecelle’yi ve Ahmet Cevdet Paşa’yı almış; yeni içtihatlarda bulunulması gerektiğini ve Hanefî fıkhının zamanımıza uymadığını iddia etmiştir. Onun bu konudaki düşünceleri Ekinci’nin kitabında İleri’nin “Havâic-i Kanuniyyemiz” adlı eserinden yapılan aşağıdaki alıntı ile verilmiştir:

    “Dört imamdan beri gerek insanların muameleleri, gerekse hukukî muameleler değişmiş; şimdiki felsefe ile Eflatun’un; şimdiki matematik ile Arşimed’in farkı ne ise, Hanefî fıkhı ile zamanın fıkhı arasındaki fark o kadar büyüktür. İşte bu inceliği anlamayıp münhasıran eski içtihatlara dayanan kanun şeklini verdiğinden dolayı Ahmed Cevdet Paşa’yı irticâ ile suçlamakta tereddüd etmem. Eski müctehidleri büyük, kendini aşağı görmek pek fena bir usuldür. Bu fikir Zenbilli Ali Efendiler zamanından beri bize girmiş; pek büyük bir tahribat yapmıştır. Bu itibarla Zenbillileri, Ebussuud Efendileri pek o kadar takdir etmem. Cevdet Paşa da onların biraz bayağıca takipçisidir.”

    Celâl Nuri, kendinden önce reform yanlısı olup da modernist yaklaşımlara sahip birçok kişiyi bu görüşleriyle geride bırakmış, Ziya Gökalp de onunla paralel bir düşünceyi benimsemiştir.

    Ziya Gökalp

    İttihat ve Terakki’nin düşünce dünyasını şekillendiren isimdir. İttihat ve Terakki’ye bağlı Selânik Mekteb-i Sultânîsi’nde sosyoloji dersleri vermiştir. Fikirleri, Cumhuriyet Dönemi için de değerli bulunmuş, öldükten sonra da takipçileri olmuştur.

    Herhangi bir hukuk ve din tahsili bulunmayan Ziya Gökalp, “İslâm Mecmuası” adlı dergide hukuki açıdan radikal ve seküler reformlar arayışında olduğunu yansıtan yazılar yazmıştır.

    “İttihat ve Terakki hareketi içinde yer alan entelektüeller hep modernleşme yanlısı olmuştur. Ziya Gökalp, bu mevzuda o devir için oldukça cür’etli bir şiir bile kaleme almıştı ki İttihatçıların din tasavvurunu ilan etmesi cihetiyle mühimdir:

    Bir devlet ki hukukunu kendi doğurmaz,
    Kanununa “gökten inmiş, değişemez” der; 
    O, asla bir devlet değil, müstakil durmaz,
    Değişmeyen bir varlığı taşıyamaz yer! 
    Hâkim olan millet midir, Meşîhat midir? 
    Millî Meclis, meb’ûsan mı, Bâb-ı fetvâ mı?
    Hep eskidir teşri’, kazâ, mahkeme, îlâm,
    Devlet dine kanun yapar, dinse devlete.
    Sarıklılar memur olur, fesliler imam,
    Devlet benzer Meşîhat’e, din hükûmete!”

    Mehmet Âkif Ersoy

    İstiklâl Marşı şairi Mehmet Âkif Ersoy için “millî şairimiz” ve “İslâm şairi” gibi adlandırmalar da yapılır. Türkiye’de muhafazakâr camianın bayraklaşmış isimlerinden biridir. Dinî ve millî birçok etkinlikte onun şiirlerinden örnekler okunur, yapılan konuşmalarda onun şiirlerinden alıntılar sunulur. Özellikle cuma hutbelerinde metin içlerine serpiştirilmiş mısraları yer alır. Bütün bu zikredilenler ışığında onun İslâmiyet’i temsil etme noktasında örnek bir şahıs olduğu sonucuna ulaşmak çok zor olmasa gerektir. Peki, gerçekten de öyle midir?

    “Mehmet Âkif Ersoy, Türkiye’de modernizmin en mühim mümessillerindendir. Bu zihniyeti ve İttihatçı hüviyeti ile Sultan Hamid’in amansız muhalifleri arasında yer almıştır. “İttihad-ı İslâm” fikrini müdafaa eden bir şairin, yine bu uğurda tahtını veren bir padişaha, böylesine düşmanlığı, doğrusu çoklarını şaşırtmıştır.”

    Mehmet Âkif Ersoy’u modernist yapan, onu besleyen kaynaklar kimlerdir? O, bu isimlerle tanıştıktan sonra nasıl bir değişim yaşamıştır?

    “İslâm dünyasında modernizmin lideri ve İngiliz siyasetinin destekçisi Cemaleddin Efgânî ve talebesi Mısır Müftüsü Abduh ile tanışması, Âkif’in hayatını değiştirmiştir. Bu iki mason biradere medhiyeler yazmıştır:

    “Çıkarıp gönderelim hâsılı şeyhim yer yer
    Oradan âlem-i İslâma Cemâleddinler.”

    Abduh’un hemen bütün yazılarını Türkçeye tercüme ederek mecmualarda neşretmiş; Osmanlı memleketinde tanınmasında ve modernizmin yayılmasında mühim rol oynamıştır. Bu sebeple kendi te’lifi fazla olmasa bile, Türkiye’de modernizmin öncülerinden biri olarak kabul edilir.

    Bize tanıtılan Mehmet Âkif Ersoy ile gerçek Mehmet Âkif Ersoy arasında anladığımız kadarıyla oldukça büyük bir fark var. Buraya almadığımız ancak Ekinci’nin eserinde yer verdiği Mehmet Âkif Ersoy’un şiirlerinden örnekler incelendiğinde bu farklar daha elle tutulur hâle gelecektir kanaatindeyiz.

    Bu bahsi Ekinci’nin eserinden yapacağımız şu iktibas ile sonlandırabiliriz:

    “Efgânî’nin büyülediği yegâne saf Müslüman elbette Âkif değildi. Ama Müslüman cemiyetinde oynadığı rol fazla oldu. Büyük âlim, hatta (tasavvufa uzaklığına rağmen) evliyâ olarak tanındı. Kemalistlerle sonradan ters düşer görüntüsü sebebiyle, geniş bir muhalif kitle tarafından (tıpkı Fevzi Çakmak gibi) sembolleştirildi. İnkılâp fırtınasından kaçanların sığınmaya çalıştığı bir liman olarak görüldü. Mekteplerde “Atatürk Köşesi”ne alternatif, “Âkif Köşesi”; “Nutuk”a karşı, “Safahat” … Herkesi hamâsete dayalı sathî bir “Âkif Efsanesi” sardı. Buna muhafazakâr kesimden İbrahim Sabri Bey, Necip Fâzıl Kısakürek, Ahmed Davudoğlu ve Kadir Mısıroğlu dışında hiç kimse itiraza cesaret edememiştir.”

    Seyyid Kutub

    İhvan hareketinin önemli isimlerinden biridir; bir din âlimi değildir. Tıpkı Hasan el-Bennâ gibi cihad taraftarı bir aktivisttir. Modern düzeni “Câhiliye olarak adlandırmış ve eserlerinde cihad fikrini savunmuştur.

    “Gençliğinde batı kültürüne hayran olan Kutub, Pakistanlı “Cemaat-ı İslâmiyye kurucusu Mevdûdî’nin tesiriyle İslâmî harekete yöneldi. O zamanlar İsrail’i destekleyen Amerika’ya reaksiyon olarak Arab dünyasında Rusya’nın ve sosyalizmin popülaritesi vardı. Kutub da dinî kültürü zayıf olduğu için bu cereyana kapılmıştı.”

    Seyyid Kutub bir pedagogdur. İhvan hareketinin içinde yer almasına rağmen daha sonra bu hareket mensuplarıyla fikir ayrılığı yaşamıştır. Hapse girmiş ve iki arkadaşıyla beraber siyasî sebeplerden ötürü asılmıştır. Onun bu şekilde ölümü modernistler için eşsiz bir malzemeye dönüşmüş ve Seyyid Kutub davası uğruna şehit düşen bir İslâm mücahidi olarak lanse edilmiştir.

    Ekinci, İhvan hareketi için ise şu çok önemli değerlendirmeyi yapar:

    “Türkiye’de Millî Selâmet Partisi ve Filistin’deki Hamâs, İhvan paralelinde birer hareket olarak görülür. Modernleşme çağında “Aşağıdan Yukarıya” (önce Müslüman bir cemiyet kurmak) veya “Yukarıdan Aşağıya” (önce Müslüman bir hükûmet kurmak) şeklinde ikiye taksim edilen dine hizmet telâkkisinde ikinci grupta yer almıştır.”

    Ali Şeriati

    İranlı bir düşünür, bir sosyologtur. Medeniyet ve Modernizm, Marksizm ve Diğer Batı Düşünceleri, Hac, Dine Karşı Din, Şia gibi eserlerin sahibidir. Doktorasını yapmak için Fransa’da bulunur. Meşhed Üniversitesinde ders okutur, konferanslar verir. Bu konferanslar nedeniyle Avrupa’ya kaçmak zorunda kalır.

    Eserlerinin isimleri ve hayatına dair diğer bilgiler dikkate alındığında modernist çizgide olduğunu rahatlıkla ifade edebileceğimiz, Türkiye’de de özellikle ilahiyat camiasında muhipleri bir hayli fazla olan Ali Şeriati için Ekinci’nin yorumu şu şekildedir:

    “Şia’ya mensup olmakla beraber, bu mezhebin prensiplerinden zaman zaman ayrılan fikirleriyle modernizmin önde gelen mümessillerinden biri olarak tanındı. Fikir yapısında, Efgânî ve İkbâl’in ciddi tesiri oldu. Kur’an’daki ve İslâm tarihindeki şahsiyetler ekseninde dinî tasavvurları kendince modernize etmeye çalıştı. Meselâ Ebû Zer’i “Mümin Sosyalist” olarak vasıflandırdı. Bu sebeple Humeyni rejimi tarafından da çok sıcak bakılmayan bir şahsiyettir. Yeni ictihadların yapılmasını müdafaa ederek modernist hareketin içindeki yerini aldı. Kitapları, siyasî İslâm’ın vazgeçilmez referanslarından biri haline geldi.”

    Hamidullah

    Devletler hukuku alanında çalışmalar yapmış, Fransa, Amerika gibi ülkelerde bulunmuş ülkemizde de özellikle Fransızcadan tercüme edilen “İslâm Peygamberi” adlı eseriyle tanınmıştır. Temel dini meselelerde tarihselciliğe yaklaşan modernist düşüncelere sahiptir.

    “Hamidullah, mucizelerin, hârikulâde şeyler olmadığını; fizikî zemine zaten sahip bulunan hâdiselerin, Peygamber’in ihtiyaç duyduğu zaman ortaya çıktığını; teknik yollara müracaat ederek sıradan insanların da bunları gerçekleştirebileceğini söyler. Halbuki kelâm kitaplarında, mucizenin 7 şartı sayılırken, bunun hârikulâde bir şey olması da zikredilir.

    İsrâ ile Mi’rac’ı aynı hâdise olarak kabul eden Hamidullah, ayrıca bunun bedenî değil; ruhânî bir seyahat olduğunu söyler. Hazret-i Peygamber’in Mekke’den Kudüs’teki Beyt-i Makdis’e gitmiş olamayacağını; buranın, göklerdeki Beyt-i Ma’mur olabileceğini iddia eder.”

    Hamidullah aynı zamanda birçok İslam hukuku meselesinde reddedilmiş fikirlere sahiptir.

    Tarihselciler

    Tarihselcilik, modernizmin yerini almış aşırı bir akımdır. “… tarihselciliğe göre, nasslar, yani âyet ve hadîsler, tarihseldir, yani konuldukları zamanla sınırları çizilmiştir. Bunlar, geldikleri zaman ve şartlar çerçevesinde (hermenötik metodla) tefsir edilir. Şâri’in maksadları, yani hukuk koyucunun bu hükümleri vaz’ ederken gözettiği gayeler tesbit olunur. Sonraki zamanlarda ortaya çıkan meseleler için, bu maksadlar nazara alınarak farklı bir tatbikatta bulunulabilir.

    Bu fikrin ilk müdâfii olarak, asırlar evvel yaşayan ve Hanbelî ekolünden yetişmiş Necmeddin et-Tûfî (716/1312) kabul edilir. Tûfî, maslahat prensibine aşırı derecede itibar etmişti. İbâdetlerde değil, fakat mânâ ve gâyelerini aklın kavrayabileceğini iddia ettiği, muamelat ve dünyevî siyâsete dair ahkâmın, istinad eylediği delil ne olursa olsun, zamanın değişmesiyle maslahata muvafık olarak değiştirilebileceğini söylemiştir.”

    Muhammed İkbal, Musa Carullah, Fazlurrahman, Muhammed Esed gibi isimler sonraki dönemlerde bu anlayışı canlandırmışlardır.

    Fazlurrahman ve Diğerleri

    Arap filolojisi bölümünü bitiren Pakistanlı Fazlurrahman, İngiltere’de yaptığı doktoradan sonra felsefe hocalığına getirilmiştir. “Peygamberliği tamamen felsefî bir düşünceyle ele aldığı “Prophecy of Islam” adlı eseriyle tanınmıştır.

    “Kur’an-ı kerimin vahiy mahsulü olduğunu kabul etmekle beraber, vahyin Resûlullah’ın kalbine indiğini, onun dili ve kelimeleriyle beraber döküldüğünü ileri sürdü. Bu, “Kur’an-ı kerim, hem mânâ, hem de lafız itibariyle Allah kelâmıdır” şeklindeki Ehl-i sünnet kâidesine terstir.”

    Fazlurrahman’ın hadis-i şeriflere bakışı da çok farklıdır. O, hadis-i şeriflerin bir kaynak değeri taşıdığını kabul eder ama çoğunun Peygamber Efendimize ait olmayıp sonradan karşılaşılan meselelere getirilmiş çözüm yolları dolayısıyla birer ictihad olduğunu iddia eder.

    Fazlurrahman, “Bankacılık, faiz, ceza hukuku, aile hukuku, aile planlaması, kadının statüsü, miras hukuku, zekât, mekanik kurban kesimi, namaz vakitlerinin sayısı gibi mevzularda, fıkıh kâidelerine tâbi olmak yerine, ilk iki asırda olduğu gibi ihtiyaçları ve sosyal değişiklikleri nazara alarak, Kur’an-ı kerimin maksatları ışığında yeni hal tarzları getirilmesini müdafaa etti. Bu tavrı, Kur’an-ı kerimin zâhirini reddetme; asırlarca devam eden İslâmî ilim an’anesini, tarihî tecrübe ve müktesebatı hiçe saymak ve neticede dinde reform olarak görüldü ve tenkit edildi.”

    Fazlurrahman’ın ehl-i sünnet çizgisinin dışında kalan görüşlerinden son olarak bir tanesini de Ekinci Hoca’nın eserinden alarak aktaralım:

    “Fazlurrahman’a göre: Her âyet, indiği zaman ve şartlar ışığında yorumlanarak, bütün âyetlerden her çağa ait bir mânâ ağı tespit edilmeli; sonra bugüne dönerek, bugünün şartları ışığında bu mânâları tatbik etmelidir. Kur’an, bir hukuk kitabı değil, Hazret-i Muhammed’in mücâdelesi neticesinde ortaya çıkan meselelere cevap ihtivâ eden tarihî bir metindir. Buradaki hukukî nasslar, geçici hükümlerdir.”

    Tarihselciler, işlenen suçlara verilecek cezalar konusunda da farklı düşünmüşlerdir. Millete göre şeriat uygulaması bu farklı anlayışlardan biridir. Bu ideolojinin mensubu olan Keşmirli felsefe doktoru Muhammed İkbal bu konuyu şöyle yorumlamaktadır:

    “Suçların cezalarına tealluk eden şeriat değerlerinin bir anlamda o ulusa mahsus olduğu doğrudur. Bunu tatbik kendi başına bir gaye olmadığı için gelecek nesillere sıkı bir düzen içinde kabul ettirilemez.”

    Netice

    Anadolu’da bir söz vardır: “Allah diyenden korkma.”. Halk bilgeliğinin samimi bir yansıması olarak da yorumlayabileceğimiz bu söz dini değerlere dikkat ederek yaşayan insanların güvenilebilecek insanlar olduğunu anlatmak için kullanılmaktadır. Ancak bu sözün tehlikeli bir yönü de vardır. Dinini doğru öğrenmeyen insanlar, Allah ü Teâlâ’nın adını kullanarak kendini, düşüncesini, hizmet ettiği organizasyonu reklam eden insanların tuzağına düşebilirler. Çünkü bu samimi yaklaşım, bu iyi niyet suistimal edilmeye oldukça müsait bir durumu da yansıtır.

    Yukarıda, Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin “İslâm Hukukunda Değişmenin Sınırı” adlı eserinde geçen isimlerden bazılarını kısaca tanıtmaya çalıştık. Bu isimlerin hepsi bugüne kadar bir dava adamı, bir âlim ya da Hak uğruna can vermiş bir şehit olarak anlatıldılar. Bundan sonra da bu şekilde anlatılmaları muhtemeldir. Bahsi geçen eserden yola çıkarak bu isimlerin aslında ehl-i sünnet itikadının uzağında bir yaşayışa, düşünüşe ve hareket tarzına sahip olduklarını kolaylıkla söyleyebiliriz. O halde ortada bir tenakuz durumu söz konusudur. Hak gibi gösterilen bir bâtıl ile karşı karşıyayızdır.

    Necip Fazıl Kısakürek’in “Sahte Kahramanlar” adlı eserinden yazımızın başında bazı iktibaslar yapmıştık. Kahramanın tarifi, vasıfları; sahte kahramanın tarifi ve özellikleri sunulmuştu. Yine bu eserden yola çıkacak olursak mezkûr isimlerin hangi sınıflandırmada yer alacaklarını belirlemek kolay olacaktır.

    Batı’dan gördüğü destekle İslâmiyet’e saldıran, meşru halifeyi “kızıl kâfir” olarak nitelendiren, masonik hareketten beslenen, gençleri “cihad” safsatalarıyla ölüme gönderen insanlar için “İslâm âleminin sahte kahramanları” değerlendirmesinde bulunmak en doğru tespit olacaktır.

    Son olarak Alev Alatlı’nın “İhmal Edilebilir Nasihatler” adlı televizyon programında söylediği “İslâm’ın sahicisi Torosların kuzeyindedir.” sözünden yola çıkarak şu değerlendirmeyi yapabiliriz. İslâmiyet’i en doğru şekilde öğrenmek ve yaşamak gayesinde olan bir insan için bu topraklarda ulaşabileceği birçok eser, birçok imkân vardır. Yeter ki samimi bir yaklaşımla bu kaynakları değerlendirsin. Çünkü gayret bizden tevfik Allah ü Teâlâ’dandır.

  • Hikâyeye Göç Zamanı

    Hikâye için şiirleşememiş roman tanımını yapabiliriz. Şiir, sözün rafine edilmiş hâli ise hikâye de işlenmiş ve fazlalıkları azaltılmış bir edebi tür olarak değerlendirilebilir.

    Türk edebiyatı birçok güzel hikâyeciye sahip. Bu türün hakkını veren dün birçok yazarımız vardı, bugün de onlardan aldığı bayrağı hakkıyla taşıyan birçok yazarımız var. İnanıyorum ki daha nice usta kalem yetişecek bu coğrafyadan. Hikâye kitaplarının kitapçı raflarındaki görüntüsü benim bu konudaki umudumu canlı tutmaya yetiyor.

    Hayatın benim için zor süreçlerinden geçerken özellikle hikâye okumalarına ağırlık veririm. Normalde de hikâye kitapları okumayı çok severim ancak sıkıntılı dönemlerim için hikâye okumayı bir tür terapi olarak görürüm. Hikâyeye göç zamanımın geldiğine kanaat getiririm o vakitlerde. Göç Zamanı, lisedeyken Köse Kadı romanıyla tanıdığım Bahaeddin Özkişi’ye ait bir eser. Ötüken Neşriyat, usta yazarın daha önce yayımlanmamış hikâyelerini de bir araya getirerek harika bir işe imza atmış. Yazarın; Bir Çınar Vardı, Göç Zamanı ve daha önce yayımlanmamış Papağan Dedi ki adlı eserleri tek kitapta toplanmış.

    Köse Kadı ve devamı olan Uçtaki Adam romanlarındaki Bahaeddin Özkişi’den farklı bir görüntüsü var yazarın, hikâyelerinde. Belki de ben öyle görmek istediğim için böyle düşünüyorum. Mezkûr iki roman, tarihi karakterleri ve olayları hâvî eserler. Göç Zamanı ise farklı konuları ve farklı içerikleri olan hikâyelerden oluşuyor.

    “Hakikatten uzakta, aşktan bihaber, ‘Men ta senin yanında dahi hasretem sana’ mısraının manasını düşünecek vakit bulamadan, geldiler ve gittiler.”

    “Hepimiz Gibi” başlıklı hikâyede geçen bu bölüm günümüzün aşktan uzak ilişkilerinin fotoğrafını yansıtan bir mahiyette görünüyor. Erkek söylemesi gereken şeyleri söylüyor, kadın vermesi gereken tepkileri veriyor ve her şey beklenildiği gibi gerçekleşiyor. Merak unsuru yok, aşkın yakıcı etkisi yok, ismi âşık sıfatıyla anılacak bir kahraman yok…

    Kitabın “Bir Çınar Vardı” adlı ilk bölümünde geçen bu hikâye bir minimal öykü karakteri taşıyor. Eserin hem bu bölümünde hem de diğer bölümlerinde minimal öykü olarak nitelendirilebilecek çok sayıda öykü yer alıyor.

    Bir erkek ne zaman büyür? Olgun bir erkek hangi özellikleri taşır? Hiç düşündünüz mü?

    “O da diğerleri gibiydi.
    Arkadaşlarından küfür etmesini, babasından işe gitmesini öğrendi.

    İcabında açıkgöz, icabında namuslu oldu. Âşık olduğunu zannetti, üzüldü. Güldüğünü zannetti, tuzlu suyu gözyaşı zannetti, yıldızlara bak ne güzel, dedi ve esnedi.

    O duyduğuna, gördüğüne, bildiğine emindi. Fakat ne gördü, ne duydu, ne bildi.”

    “Olgun Adam” adlı kısa öyküden alınan yukarıdaki satırlarda yaşanmış sayılan ancak hiçbir anı farkına varılarak ve hissedilerek geçirilemeyen ömürler üzerine bir yorum yapılmış gibidir. Şimdi, bu hikâyeden yola çıkarak yaşımız kaç olursa olsun kendi hayatımızın muhasebesini yapma vaktimiz gelmiş demektir.

    Günümüzde aşkın ve sevginin ifade ediliş biçimindeki sığ görüntüler üzerine zaman zaman düşünürüm. Çiftlerin birbirlerine hitap ederken kullandıkları zevksiz hitaplar, birlikteyken sergilenen çocuksu davranışlar, telefon konuşmalarına ve mesajlara yansıyan hangi dilden türediği belirsiz kelimeler beni hep rahatsız eder.

    Eskiden de böyle miydi yoksa her şey çok fazla göz önünde olduğu için mi bu kadar basitleşti anlamaya çalışıyorum. Okuduğum kitaplar, dinlediğim hatıralar geçmişle bugün arasındaki seviye farkının oldukça fazla olduğunu gösteriyor. Eskiden çok daha estetik, çok daha sade ve bir o kadar da etkileyici bir üslubun var olduğu kendini hemen hissettiriyor.

    Bütün bunları, eserin ikinci bölümünde yer alan “Vermek ve Ötesi” adlı hikâyede geçen bir sahnenin etkisi hâlâ devam eden büyüsüyle yazdım.

    “…Şişeyi, abdestliğin kenarına itinayla koydu. Tenekeden çıkardığı ekmekten irice bir dilim kesti, büyük bir mendile bağladı, sonra suyu ve ekmeği evin en fazla güneş tutan yerine astı. Avludan gelen seslere kulak verdi bir müddet… uzun süre konuşmadan çalıştılar.

    Neden sonra Hatçe şöyle bir doğruldu, belinin ağrısını gidermek istercesine geriye kaykıldı. Çoktan sormak istediği bir soru dudaklarındaydı; yendi çekingenliğini, canlı bir hamleyle “A yenge,” dedi, “hep soran diyon, de baken, ekmeyinen suyunu ne deye küneşe asıyon?” İrkildi Zöhre, ” ne var ne soryon?” dedi sert. Sonra yumuşadı, kahırla çizgilenmiş yüzü, ince bir gülüşle aydınlandı. “A deli, Ali Ağan küneşin annında ıscak su içeken, guru ekmek yirken.. Ne bilem a’zım varmıyo sook suya, teze ekmeğe.”

    Zöhre Kadın ve Hatçe arasında geçen diyalog anlatmak istediklerimi halk ağzıyla ne de güzel ifade etmiş oldu eksiksiz ve fazlasız.

    Eserin son bölümünde daha çok yazarın sosyal meselelere dair mesajlar içeren hikâyeleri yer alıyor. Müthiş bir gözlemin sonucu yazıldığını belli eden eserlerde göze çarpan en önemli unsurlar ise mizah ve ironi.

    Bu bölümün en dikkat çekici hikâyelerinden biri olan “Almanya Notları”, Türk ve Alman toplumlarının sağlık konusuna bakış açılarını kıyaslayan güzel ve komik bir örnektir.

    Almanya sınırında üzeri aranan kahramanımız eşyaları arasında yer alan peynir ve sucukla ilgili olarak şüphe uyandırır. Çünkü bahsedilen besinler Alman standartlarını tutmayan ve sağlıksız olarak görülen ürünlerdir. Kahramanımız her ne kadar bunların kendisine ait olduğunu ve yiyecek olarak götürdüğünü söylese de Alman yetkilileri ikna etmeyi başaramaz. Sonuç olarak kahramanımız o yiyecekler bitene kadar hapis/gözaltı cezası alır. Bu süreçte herhangi bir işle meşgul olamadığı için de hayli kilo alır.

    Göç Zamanı, okuduktan sonra yüzümde tebessüm bırakan güzel kitaplar arasında yer alıyor benim için. İnsan ve topluma dair düşünmeyi ertelemememiz gereken birçok konuyu barındırıyor bünyesinde edebiyat kıvamında.