Sabahı severiz, çünkü gündüzün mebdeidir. Goncaları severiz, çünkü güllerin bebekleridir. Senenin yavruluk devri olduğuçün bahar hoşumuza gider. Kaderin yoksul yarattığı şu çocuğu sevmeyecek miyiz, ki insanlığın baharı, goncası ve sahibidir.?
Bence insan her muhabbete belki yüreğini kapayabilir, fakat içinde pembe parmağını emerek, bir çocuk uyuyan altın yahut tahta beşiği eser insansanız, helecansız temaşa edemezsiniz. Orada yatan küçük mahluk sevildiğini bilmez; ayakta duracak hâli yoktur, söz nâmına saçmalar ve hareket nâmına sallanır ve sendeler; mamafih zayıf ve sefaleti üstünde gülen bir yüzü vardır. Çünkü o… Çünkü mest-i masumiyettir.!
Masumiyeti sevmeyen yürek insan yüreği olamaz. Hem de düşününüz ki ince parmağını emerek uyuyan yavru doymak için meme rüyası görüyor ve emdiği kuru parmak soğuktan kızarmıştır; beşiğinin etrafında ecelin kötü hayali dolaşıyor, çünkü ölüm de kurt gibi körpe eti çok sever.. ipek, şekerleme, nevâziş ve buse onun hakk-ı tabiiyyesi idi. Fakat işte tâli’in cimriliği ona doyuracak kadar süt vermiyor, ne de ısınacak kadar giyecek; oyun bir hak iken kımıldayacak kuvveti yok; üzerinde sıçramak için zinde bir ana dizi bulamaz ve yanaklarını ancak yakan yahut donduran rüzgâr dalgası okşar. Bayram onu çıplak buldu ve bulduğu hâlde terk etti; şekere ancak uzaktan tahassür gözüyle bakarak: “Şeker!” demişti. Onu memnun ve mesut etmek için o kadar az şey lâzım ki.. lâkin o kadarcığı da kendisinden esirgeyen fena bir bahtı var. Mamafih yoksulluğun her zâlim darbesini yalnız boynunu bükerek isyansız ve sâkit kabul ediyor. Aczin bu samimi tevekkül manzarasında yürek paralayan öyle bir gizli testere vardır ki… Oh, çocuklar için yoksulluk tabiatın bir memnu’-ı müebbedi olmalıydı: O sefil ve mahrum yavru bu hasis ve yâbis varlık çulunu kendisi mi istemişti? Hayır… Onu mini mini çarpan bir kalp ve hiçbir şey tutamayan iki cılız kol ile hayata atan ancak tabiatın ve tesadüfün müşterek iradesidir. Bilmediği ve işlemediği bir günahın hayat eşiğinde cezasını çekmeğe başladı. Onun her derdini söylemek için yalnız bir cümlesi var: Ağlamak! Her cümlesi aynı kelimelerden teşekkül eder: Gözyaşları!… Sesi öyle zayıftır ki yakından dinlemezseniz işitilmez; ve gözünün yaşları o kadar şeffaf katrelerdir ki baş ucunda şefkatle eğilmedikçe göremezsiniz.
Gece aç çocuğun gökyüzüne öyle bakışları vardır ki birer birer yıldızları emmek istiyor sanırsınız ve sanırsınız ki vücudunda şimdi sönecek bir yıldız gibi titreyen kendi ruhunu arşa göstererek hilkatini itham ediyor ve bilelim ki onun bize doğru birer zayıf şuâ gibi beş parmağını açan eli de bir küçük serzeniş ve inkisâr yıldızıdır ve düşününüz ki onun avucunu doldurmak için serçe parmağınız kâfidir! “Ona acıyınız ve merhametiniz onu elemden ve ölümden kurtarsın!” diyecek değilim. Çünkü o küçüklükte şâyan-ı hürmet bir haysiyeti vardır. Türk çocuğu hangi yaşta ve hangi vasıfta bulunsa dilenci olmaz. Ona kuvvetimizden kuvvet uzatmak bir sadaka değil, bir vicdan zimmeti ve bir hayat farizasıdır. Sema onun hayatı üzerine aydınlığını döker iken biz insan sıfatından sâkıt olmadıkça göz yumamayız ve başımızı karanlığa çeviremeyiz… Onun şikâyet bilmeyen küçük dudaklarının sükûtu bizi bir âyet inzârı gibi korkutmalıdır. Bu yoksul yavru yoksulluğundan ölürse gâib edeceğimiz tek bir çocuk değil hayr değil, bir baba yahut bir ana, velhâsıl bir aile nüvesidir. Her çocuk bir cemiyet ümididir; onda bilkuvve bir aile-i istikbâl yaşar. Onun sukûtuyla âtinin dallarında bir yuva yıkılır ve bütün bir Türk fideliği filizlenmeden harap olmuş olur. Bir hırka, birkaç damla gıda ve deva: İşte hayatı ve ölümü bilmeyen yavru ölümden kurtuldu ve hayata bağışlandı ve işte sürur ve şükran dolu gözleriyle size tebessüm ediyor.
Bu güzel tebessümler şimdi “Himâye-i Etfâl” cemiyetinde istiktâb etmektedir. Çünkü bu büyük cemiyet bir anaç güvercin gibi sıcak kanatlarını yoksul çocuklar üzerine açmış, tabiatın kendilerine karşı onu analık gösterdiği mazlum masumiyeti besliyor, okşuyor ve memleket için kuvvet-i fedâi yapıyor.
Kalbimizin insaniyet ölçüsünü vermiş olmak için o cemiyete vüs’imizn yettiğini ihdâ edelim ve mümkünse verdiğimizi gece karanlığı ile saralım ki nakdmemiz her neye bâli’ olsa kendi kifâyetsizliğini görerek utanmasın.
Cenap Şahabettin
Vakit, S 3344, 23 Nisan 1927 s 1
Bir yanıt yazın